Çalışan, Ortak, Yönetici, Patron ve Bir Aile Babası Olarak Erol Soylu

İsmi Ulusoy ile birlikte anılan Erol Soylu, uzunca bir süredir sessizdi. Sektörün hep gözünün önündeyken bu konumunu terketmesi, U.N. RO-RO’nun satışı sonrasına denk düşüyor.

Araya giren yıllar, Erol Soylu’dan bir şey alamamış. Kendisine yakıştırdığı kibarlığını, kişiliğinden kaynaklandığı açıkça belli olan beyefendiliğini, inanarak sergilediği saygılılığını, güven verici sakinliğini korumuş durumda.

Aile şirketi deneyimini kendi ailesi için kurduğu Soylu Denizcilik’e taşımış. Artık çocukları ile birlikte çalışıyor. Bir yandan da ‘hobi’ de denilebilecek şekilde inşaatlar yapıyor. Tekrara düşmemek adına buraya almadığım ilginç sözler sarfetti. Belki de Türkiye’nin hatta dünyanın en çok gereksinim duyduğu bir tarzda  ölçülü ve barışçı şekilde konuştu.

Taşımacılık sektöründe profesyonellikten, en üst düzeyde yöneticiliğe, çalıştığı kuruma ortaklıktan sonra da patronluğa uzanan başarılı ve çok önemli bir deneyim sahibi olan Erol Soylu’nun hayat felsefesini, ilgiyle okuyacağınıza inanıyorum.

Yıllarca taşımacıların gözünün önündeydiniz ama ortadan yok oldunuz... Erol Soylu ne yapıyor?

Aslında bir yere gitmedim. Ulusoy Gurubu ayrıldıktan sonra, ben yine gurubun tek ayrılmadığı bölüm olan RO-RO işinin yönetiminde oldum. Taşımacılık tarafıyla da ilgim bir şekilde devam etti. Ancak daha önce kendi kendime verdiğim sözler vardı; ‘45 yaşından sonra fiili yönetimi bırakacağım’ demiştim. 45’den sonra yönetim kurulu tarafında yer aldım. 60’dan sonra işin o boyutunu da bırakacağımı kendime söylemiştim. Nitekim onu da yaptım ama bu sefer yönetim kurulu başkanı olarak kendi şirketimle devam ediyor oldum. 

Kendi şirketimin mevcut Ulusoy işleri ile çakışan hiçbir tarafı yok, onun içinden doğmuş bir şirket olmadığı gibi menfaatleri itibari ile onunla çakışan bir konumu da yok.

Hep hayalini kurduğum bir şey vardı; bizim (U.N. RO-RO) Trieste’deki acentemiz Samer’in (Dario Samer), oğlu ve kızıyla birlikte çalıştığı bir şirketi var, hala daha devam ediyor, ona çok özenirdim. Oğlum ve kızım da yetiştiği zaman onlarla böyle bir işi yapabilmeyi, her gün birlikte olabilmeyi çok önemsiyordum. Çocuklar da sevdiler ve birlikte deniz taşımacılığı işi yapıyoruz. Oğlum şirketin Genel Müdürlüğünü, kızım ise acentelerle ilgili ilişkileri ve satın almayı  başarıyla yürütmektedirler.

Bu arada bir-iki tane de inşaat yaptım. Son yaptığımız proje Londra’daki bir yarışmada, mimari uygulamalar dalında ofis binası kategorisinde finale kalanlar arasında oldu ama ödülü alamadık.

Bütün ömür boyu çalıştık. İran’da 4 bin 500 tane Türk plakalı tanker ile aynı anda İran’ın her yerine, rafinerilerden enerji üretim istasyonlarına taşıma yaptık. Yılda bir milyon ton transit malı Türk limanlarından İran’a aktardık. 80’li yıllarda, ihracatın patladığı dönemde Türkiye’nin her tarafından İran, Irak’a mallar taşıdık. Limanlarda mal konulacak yer bulunamadı. Korkunç dönemler, insan üstü çalışmalar ama bunlar bittikten sonra hizmet sektörü arkasında bir iz bırakmıyor. Yani bir objesi, bir tacı yok. Yapıldı bitti ama bir daha kimse hatırlamaz, sadece siz hatırlarsınız. Arkanda bir iki tane de olsa, ‘bunu ben yaptım’ diyebileceğin bir şey bırakmıyorsun. Böyle bir şeyin ihtiyacını duydum. Kendi tecrübelerimle bir ofisten insanlar neler bekler, nasıl olmalı diyerek böyle ofis binaları yaptım.  Yüksek sınıfa ofis yapıp kiraya veriyoruz, satmıyoruz.  6-7 bin metrekare bir yerimiz var. Zaten denizcilik işi yapan birisinin mutlaka karada da yatırımı olması lazım. Deniz çok iniş çıkışlı bir sektör. Mutlaka balans edilmesi lazım.

Bir de ‘şunu da ben yaptım’ demenin eksikliği vardı. İnşaat, biraz da bunun için yaptığım bir iş. İnsan senelerce aynı işleri yapa yapa sıkılıyor. Artık başka işleri yapıp, yaparken öğrenmek bana çok heyecan verdi. Daha iyisini hep daha iyisini, mümkünse en iyisini yapabilmeye çalışmak, bana hobi gibi geldi, ayrı bir keyif verdi. Ben hobileri olan bir insan değildim. Böyle bir hobi geliştirmek için ne vakit, ne fırsat, ne de bir iştah oldu. Şimdi Samsun’da benzeri bir projemiz var, onu da yapacağız, orayı bitirir başka yer yaparız. Yani telaşımız yok, çünkü o bir keyif, hobi. Çok olmak değil, keyifli olmak, şimdiki hedefim bu. 

Azak Denizi Mallarını Taşıyoruz

Karadeniz’deki RO-RO işlerinizin son durumunu anlatır mısınız?

Rusya’nın Kırım’ı işgal etmesinden sonra oraya gidemez hale geldik. Karadeniz RO-RO, Ulusoy’dan bağımsız olup yüzde 50’si Kaptanoğlu Gurubu’nun yüzde 50’si de Ulusoy Gurubu’nun ortak olduğu bir iş. Bu hadiseden sonra bir müddet işler düzelir mi diye bekledik. Baktık ki düzelmesi söz konusu değil. Bu arada Ruslar gemilerimize talip oldu, -daha önce bu gemileri bizden kiralamışlardı ve Novorossiysk-Soçi arasında araç taşımasında kullanmışlardı, gemileri tanıyorlardı- iyi de bir fiyat verdiler, Kırım ile Novorossiysk arasında çalıştırmak üzere satın aldılar. Sattık ve Karadeniz hattı bitti, tasfiye ediyoruz.

Karadeniz’de en azından bundan sonra biz yokuz. RO-RO şirketleri Haydarpaşa’dan devam ediyor, Kırım’a şu anda giden yok, gidemez de. Kırım’a giden geminin, ambargo sebebiyle Kırım’ın bir başka limanına girme şansı yok. Bir gemi bugün Kırım Limanı’na gider, Ukrayna’nın kabul etmediği bir şey yaparsa bir daha Ukrayna limanlarına giremez, girerse de tutuklanır.

Farklı bir iş kolu olarak, nehir tipi gemiler işletiyorsunuz. Bu işi biraz açarmısınız?

Bunlar 3 bin 300 tonluk, nehir-deniz tipi denilen gemiler olup çalışma alanları, Azak Denizi içindeki Rus limanları.

Karadeniz çok büyük bir çukur. Azak Denizi’nde deniz tabanı balkon gibi yükseliyor ve 3 buçuk metrelik bir havuz oluyor. Orada, Rusya içinden gelen nehirlerin ağızlarında limanlar var. O limanlarda, Rusya içinden gelen malları stokluyorlar. Demiryolları da yine bu limalara bağlanıyor. Denizyolu ve demiryolu ile gelen malları, buralardan Türk ve Gürcü limalarına taşıyoruz. Yaptığımız iş bu. Rus bayraklı olmadığımız için bizim Rus nehirlerine girme hakkımız yok ve limanda kalıyoruz.

Çalıştırdığımız yabancı sahipli 6 gemi var. Bu gemiler yaşı ve tonajı sebebiyle Türkiye’ye ithal edilemiyor. Biz burada işletmesini yapıyoruz. Bütün Türk limanlarına Azak Denizi menşeili malları taşıyoruz. Bunlar buğday, dökme arpa, gübre, hurda demir gibi mallardan oluşuyor. Marmara, Ege, Akdeniz hatta daha aşağıya da iniyoruz. Oradan dolu geliyoruz ama buradan çoğu zaman boş dönülüyor.  Bu bölgedeki taşımalarda Rusya ve Türkiye’deki  en büyük taşımacılık şirketleriyle işbirliği içerisindeyiz.

Algı Yönetimini Bilmiyorduk

Taşımacılık sektöründe uzunca bir süre RO-RO ile yatıldı, RO-RO ile kalkıldı. Sizce geçmişte yaşanan bütün bu kavgalara gerek var mıydı, ne oldu, ne bitti?  

O devirde U.N. RO-RO bir zorunluluk olarak doğdu. Kuruluşu sırasında da herkese açık olundu, herkes ortak olmaya davet edildi. Özellikle bütün bölgeler gezildi, proje anlatıldı. Bu gezilerde bizzat bulundum. Daha sonra U.N. RO-RO, bir anlamda dernek siyasetine kurban edilmek istendi. Mevcut yönetimin U.N. RO-RO üzerinden yıpratılması, seçimlerde derneğin bu şeklide kazanılması hedeflendi. Türkiye’deki bu sığ mücadele, o kadar çok alanda tekrarı görülen bir mücadele ki!.. İnsanlar daha iyisini yapmak yerine, mevcudu kötüleyip bozma kolaylığını tercih ediyorlar. Demek ki insanın böyle bir fıtratı, böyle bir zayıflığı var. Bundan da önemlisi; iyi işler yapanların takipçileri kadar, bunu bozmaya çalışanları takip etme yapısında olan insanlar var. Birincisi; insan olan yerde bunlar olacak ikincisi; biz o zamanlar algı yönetimini bilmiyorduk. O günlerde tanımadığımız, şimdilerde öne çıkan ‘algı yönetimi’ diye bir yönetim biçimi varmış ama bize göre sadece doğru vardı ve bir taneydi. Daha sonra insan bir tane olmadığını anlıyor. Bunu karşı taraf yanlış yaptığı için söylemiyorum. O her zaman olabilecek bir şey. Bizim eksik yaptığımız şey, demek ki buydu diye düşünüyorum.  Siz bunu karşı tarafa doğru iletemiyorsanız, karşıdan size her zaman farklı şeyler yönelecek, iyi şeyleri tekmelemek, onu hedefe almak, taşlamak gibi şeyler yapılacaktır. 

Oradaki tek üzüntüm; sevdiğim  bir iki arkadaşımın buna kurban gitmesi ve ellerindeki hisseleri yanlış bir şekilde ellerinden çıkartmalarıdır. Keşke bunu yapmamış olsalardı. Onlar adına üzülüyorum.

Bu işten sektöre neler yansıdı? Giren para ve ardından gelen kriz açısından nelere yol açtı?

Bu paranın sektöre girişinden sonra dünyada bir ekonomik kriz oldu. Satış, kara nakliyecileri açısından da çok zor bir dönemde, çok önemli bir kaynak olarak değerlendirildi. Ortakların tamamının kara nakliyecisi olduğunu düşünürsek gelen para, kara nakliyecilerinin dayanağı oldu. Kriz içerisinde onların dayanma gücünü artırdı.

Satıştan sonra Ulusoy RO-RO olarak U.N. RO-RO ile işbirliğiniz ne şekilde sürdü?

Her iki taraf da tamamen bağımsızdır. Bizim bilet verdiklerimizin bir kısmı İstanbul’a dönüyor, U.N. RO-RO’nun bilet verdiklerinin bir kısmı İzmir’e dönüyor. Bunun için karşılıklı bilet okuma sistemini getirdik. Aradaki fark için de borçlu olan taraf, diğerine fark ödüyordu ve birincisi buydu. İkincisi biz de onların kullandığı uçaklarda koltuk satın aldık. Ama daha sonra onların uçaklarıyla uçmuyoruz, THY’nin uçaklarıyla Lubliyana’ya uçuyoruz. THY ile anlaşmamız var, Venedik’e de uçabiliriz. Başka bir iş birliğimiz yok.

O dönemlerden kimlerle görüşme halindesiniz, sosyal hayatta ve ve iş yaşamınızda kimlerle yer içersiniz?

Şahap Çak ve Ali Yüksel ile seyahatlarimizi devamlı beraber yapıyoruz. Şahap Bey çok ileri görüşlü, çok çalışkan biri. Ona; ‘bu kadar ne zorun var, bütün dünyanın  yükünü sen mi taşıyacaksın’ diye takılıyorum. Ailece görüşüyoruz. Ali Yüksel de benim tanıdığım en mert insanlardan. Açık yürekli, doğru olduğuna inandığı şey için hayatını verir.

Nadiren Cüneyt Solakoğlu ve Tankut Berk’le de  konuşuyoruz. 

Onun dışında iş çevremden çok, iş dışı arkadaşlarla görüşüyorum. Aileler büyüdü. Artık 3 tane torun var. Oğlumun bir oğlu bir kızı, kızımın da bir oğlu var. Boş zamanımın tümünü onlara kullanıyorum.

Uçaktan Bir Kişi Daha Kurtulsaydı...
 

Sizin 3 şehriniz olmuş, Samsun- Ankara- İstanbul. Bunların bağlantılarını açar mısınız?

Babam Samsun, annem İstanbullu. Ben Samsun’da doğdum. Dedem hakimdi ve anneannemler Ortaköy’de otururdu. Onun için biz okullar kapanınca İstanbul’a gelirdik. Okullar açılmadan bir hafta önce de Samsun’a dönerdik. 

Babam 2. Dünya Savaşı sırasında Sapanca’da yedek subay olarak 3 buçuk yıl askerlik yapmış. Bu dönemde hafta sonları geldiği Ortaköy’deki akrabalarının evlerinin karşısındaki evde oturan annemle tanışmış.  Evlenip, Sapanca’ya gitmişler. Savaş ve askerlik bitince babamın memleketi olan Samsun’a dönmüşler. Ama artık Samsun’da kimse kalmadı. Ablam, yeğenlerim bizden sonra hepsi buraya yerleşti.

Bir uçak kazasında kardeşinizi kaybettiğinizi hatırlıyorum. Bu hayatınızda neleri etkiledi? Kısaca anmak ister misiniz?

Yeni sözlenmiştim ve kazadan  bir yıl sonra evlendik. Balayına gideceğiz ama eşim korkmuş, panik halde ve uçamıyor. Oysa defalarca yurtdışına gitmiş, uçak problemi olmayan birisi. Çok zorlanarak gittik hatta bayıldı. Sonra da nasıl geriye geleceğimiz çok büyük sıkıntı oldu. O tarihte deniz yoluyla gelmek diye bir şey de yoktu. Kendi üzüntülerim dışında eşim çok etkilendi. 7 sene hiç uçağa binmedi.

Geçen sürede, her hatırlatan şeyde ağlıyorsunuz. Yeni evlisiniz, çocuklarınız oluyor ama bizim evliliğimizin ilk yılları, çocuklarımın doğumları hep ağlamakla geçti. Sonraki yıllarda da bir şarkı dinlesen, hatırlatacak birşey olsa tetikliyor ve eskisi kadar olmasa bile bu hala devam ediyor.

27 yaşında babanızı kaybediyorsunuz, 29 yaşında kardeşinizi kaybediyorsunuz, o zamana kadar ailenizde bir ölüm olayı da hatırlamıyorsunuz. Başkalarına oluyor da  bize olmaz gibi olan, arka arkaya iki  tane büyük şey yaşadık. Öyle olunca bu sefer geride kalanları elde tutma kaygısı öne çıkıyor. Aman onlara birşey olmasın, onun için çaba göstermen lazımmış gibi ayrı bir mesuliyet ortaya çıkıyor. Bu mesuliyet de böyle hep devam edip gidiyor. Aile ile ilgili olarak yaptığım her işte, kardeşime hesap verme hissiyatı oluyor.

Kardeşim bekardı,  çok hayat dolu, çok sosyal biriydi ama ben öyle değilimdir. Girdiği yerde kendini sevdiren, çok sıcak kanlı bir insandı. Kazadan sonra tek bir kişi daha yaşayacak olsa, o da kardeşim olurdu. Sadece başının üst tarafında biraz yanık vardı, bir de topukları kırılmıştı. Onun haricinde vücudunda iç kanama dışında bir şey yoktu. Hatta kurtulanlarlardan, diz çökmüş vaziyette otururken gören olmuş.

Nakliyeci Taşeron Olma Yolunda

Bunca yıl birlikte olduğunuz bir camiaya biraz daha dışarıdan bakarken, hissiyatınız nedir, içinizde bir ukte kaldı mı?

Şu anda esas olan; kara nakliyeciliğinin kendi gelişimini devam ettirebilmesi. Bu; Türkiye’nin ihracatı, ithalatı ve Türk nakliyeciliğinin menfaatlerinin korunması, Türk nakliyecisinin belge sorununu çözüp, Avrupa’ya ulaşabilir olmasını sağlamak ile çok ilintili. Bunların yapılması lazım. Türk nakliyeciliğinin mutlaka desteklenmesi lazım. Aksi takdirne, nakliyecilik giderek ve tamamen yabancı şirketlerin eline geçer. Türk nakliyecisi artık sadece Avrupa’nın taşeronu olur hale gelme yolunda. Sektör bu yolda gidiyor.

Sektör ile ilgili neyi devrediyoruz? Sektör adına o kadar yıl bürokrasi ile sektörün önündeki bürokratik engellerle uğraştık, uğraştık, uğraştık. Ama bugün geldiğimiz noktada bir arpa boyu yol almadığımızı, bazen boğazdaki ters akıntı gibi akıntının bizi geriyede attığını, boşa kulaç attığımızı görüyorum. Artık benim boşa efor harcayamaya, başladığımız yere gelmeye gücüm yok.

Her iktidarın kendine göre bir bakış açısı var. Evvelden sivil toplum örgütlerinin devlet karşısında daha kabul edilebilir bir yeri vardı. Geldiğimiz noktada sivil toplum örgütlerinin artık devlet karşısında eskisi kadar önemi yok. Hatta sivil toplum örgütlerinin, devlet karşısında zaman zaman karşı güç odağı gibi görülme durumu var. Bunun demokrosinin kalitesi ile de çok ilgisi var. Sivil toplum örgütleri demokrasinin olmazsa olmaz unsurlarıdır. Ama bu ‘olmazsa olmaz’, sizin kabulünüzle olmuyor. Demokrasinin tüm taraflarının bunu kabul etmesi ile oluyor. 

Demokrasinin kalitesinin aslında iktidar için de çok büyük önemi var. Bunlar demek ki zaman içerisinde anlaşılacak şeyler. Ama benim onları bekleyecek zamanım yok.

Sistem Tehdit Altında

Dernek yöneticiliğiniz döneminde sürekli olarak uzun süreli başkanlık tartışmaları içinde oldunuz. Türkiye’ye başkanlık lazım mı size göre? 

Başkanlık meselesini bugünden ve bu konuşmadan bağımsız olarak, çok eski senelerden beri düşünmüşümdür. Türkiye’nin yönetim sisteminde sözde güçler ayrılığı prensibi vardır ama bu prensibin gerçekte hiçbir zaman uygulanmadığını görüyorum. Yasama, yürütme ve yargının tamamen birbirlerinin içerisinden doğması, bana hep ‘bu cumhuriyet bu şekilde nasıl yürüyebilir’ diye düşündürttü. Bunun ‘yerli yerine nasıl konulması’ lazım derken, alternatifler içerisinde başkanlık sistemi de bende önemli bir yer tutuyor.

Tartışma, Türkiye’nin gündemine bağımsız değil, taraflı bir şekilde geldi. Keşke bağımsız olarak gündeme gelebilmiş olsaydı ve doğru şekilde tartışılabilseydi... Diğer taraftan Türkiye’de başkanlık sistemi düşünülmediği noktada, demokratik parlamenter sistemin yasama, yürütme ve yargıyı birbirinden bağımsız çalıştıracak hale getirilmesi lazım. Bizim elimizde çok sağlıklı bir sistem yok. Onu doğru bir hale taşımamız lazım. Bugünkü partiler yasası ile seçim şekli ile mevcut sistemin ideal sistem olduğunu savunmak mümkün değil. Ama bu ideal sistem başkanlık ile mi gerçekleşecek, başkanlık sistemi nedir, Türkiye’de nasıl uygulanacak şu anda bu konuda kamuoyunun -en azından benim- doğru bilgim yok. Bir eğriyi başka bir şeyle tartışacaksak onu da bilmek ihtiyacındayım. Neyi neyle tartışacağım?

Ama ne olursa olsun Türkiye’nin demokratik parlamenter sistem ile ilgili -zaman zaman kırılmalar olmuş ama- önemli bir geçmişi var. Demokrasiler de bir günde kurulacak sistemler değil. Bu geçmişi heba etmeden, öncelikle bu sistemin rehabilite edilmesi üzerinde çalışılması daha kolay olabilir ve mutlaka çalışılmalıdır. Bu yapılmadığı sürece başkanlık tarzı sistemler veya başka sistemler, bu sistemi tehdit etmeye devam edecek. Şu anda başkanlık sistemi, mevcut sistemin tehditi gibi algılanıyor ki öyle. Bu tehdit, bir zayıflık sebebi ile meydana geliyor. Sistemin zayıflıklarının giderilmesi lazım. Başkanlık sistemini mevcut sistemin tehditi olarak algılayan kesimin adımları yok. Onlar sisteme sahip çıkmak istiyorlarsa, doğrulanmış hali ile sahip çıkmaları lazım. ‘Biz bu sistemi istiyoruz, başkanlık sistemini istemiyoruz’, tamam mutabıkız, benim de görüşüm bu ama bu sistem gerçek demokrasinin ihtiyacını gidermiyor, onun doğru hale getirilmesi lazım.

Türkiye’nin genel ihtiyacı sosyal demokrasi. Gelir dağılımının bu kadar bozuk olduğu bir ülkede demokrasinin sağlıklı şekilde yaşaması mümkün değil hatta daha kötüye gidebilir. Mevcut sistemi muhafaza edelim diye düşünürken bu sistem, daha kötü rejimlere çağrışım yapabilir. Mutlaka orta sınıfın refah olarak ağırlıkta olduğu bir Türkiye’nin yaratılması lazım. Yoksa bugünkü gibi gelirin çok düşük bir yüzdenin elinde olduğu bir Türkiye, demokrasiyi sağlıklı şekilde işletemez. Ve bunun uzun bir ömrü de olamaz, mutlaka bir yerde takılır.

Ben her şeyin eğitimde yattığına inanıyorum. Doğru tercihleri de ancak eğitimli toplumun yapacağını düşünüyorum. Eğitim sistemini düzeltmeden, doğru bir sonuç almanın imkanı yok.

Bunun için ‘Beyaz Zambaklar Ülkesi’ diye küçük bir kitap vardır, herkesin o kitabı okuması lazım. O kitap, cumhuriyetin ilk dönemlerinde askeri okullarda okutulan kitaplar arasında. Bir zamanlar bataklıklar ülkesi diye anılan Finlandiya’nın bugünkü haline hangi temelde yükseldiğini gösteren bir kitap. Finlandiya’da eğitimin önemi bu kitapla vurgulanıyor ve bugün bulunduğu yere nasıl geldiğini gösteriyor.

Eklemek istediğiniz bir mesajınız var mı?

Geçmişimle ilgili kimse için kötü bir hissim yok. Her olayı insan tabiatı içinde olabilen bir şey olarak değerlendiriyorum. Olabilir, bunlar tabiatın içindeki şeyler diye bakıyorum. Kimseye bir kırgınlığım, hiç kimseyle ilgili olumsuz bir düşüncem yok. Özellikle UND yönetim kurulunda çok değerli insanlarla görev yaptım. Hatta ön yargılı olarak; ‘bu da ne anlayabilir’ diye baktığım bazı insanlardan, kendi adıma o kadar değerli şeyler öğrenerek, onların o kadar önemli vasıflarını gözlemleyerek utanç duydum ki... ‘Dün nasıl böyle düşündüm’ dediğim o kadar çok şey oldu ki... Hayata daha farklı bir gözle bakmak, ön yargılarla hareket etmemek gerektiğini o platformlarda öğrendim, öğrenmeye çalıştım. Ama hep hayatın talebesi olma tarafında oldum. Öyle akıl verme tarafında olamadım, olmadım, olamam.

Özgeçmiş: Erol Soylu

4 Şubat 1950 Samsun doğumlu olan Erol Soylu; Cumhuriyet İlkokulu, Mithat Paşa Ortaokulu, Samsun Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ni bitirdi. Samsun’da çalışıp Ankara’da dışarıdan sınavlara gelerek okudu. Okul bitene kadar Samsun’da birkaç işte çalıştı. 1974-2011 yılları arasında Ulusoy’da çalıştı. Halen Soylu Denizcilik A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı olup Ulusoy Denizyolları İşletmeciliği A.Ş.’de de yönetim kurulu üyeliği devam ediyor. Evli olan Soylu’nun iki çocuğu ve üç torunu bulunuyor. 

15. Atlas Lojistik Ödülleri Sahiplerini Buldu
Ekol Uluslararası Taşımacılık Artık DFDS Oldu
Gebrüder Weiss, logitrans'ta Lojistik Çözümlerini Paylaşacak
Ekol Transport Satışı Gerçekleşiyor
MRLlog Filosu, 50 Yeni Renault Trucks Çekiciyle Güçleniyor
Lalamove Türkiye’de Faaliyete Başladığını Duyurdu