Kuruluşundan sadece 10 yıl sonra bir milyar lira ciroya ulaşmış bir şirketler grubunu oluşturmakla kalmadı, ‘neşeli’ bir şekilde de yönetiyor. Böylesine zor ve meşakkatli bir iş, belki de ancak böylesine keyifle yapılırsa bu büyüklüklere ulaşılabiliyor…
Şahap Çak, sorularımı da aynı keyif ve rahatlık içinde yanıtladı. Sorularıma; sözünü sakınmadan, bulunduğu yerin farkındalığıyla uyumlu ve kontrollü bir alçak gönüllükle verilen yanıtların okurlarım için de ilginç ve yararlı olacağına inanıyorum.
Sektörün en büyüğü siz misiniz?
Hangi ölçüyle bakıldığına bağlı olmakla beraber, son beş yıldır ciro açısından en büyük biziz. Diğer arkadaşlarımı çok net bilmiyorum ama bizim, alt çalışanlarımız dahil yurtiçinde 3 bin 500, yurtdışında 400 olmak üzere toplam 3 bin 900 personelimiz var. Filo sayısı itibarı ile en büyük biziz. Depo sayısı, palet sayısı itibarı ile en büyük biziz. Günlük araç yükleme kapasitesi itibari ile de biziz.
Daha ne kadar büyümeyi düşünüyorsunuz? Hangi alanda daha sivri bir büyümeniz olur?
Biz ağır-ağır, lojistik ve nakliyenin yanında tüm sektörlerin entegratörü-çözüm ortağı ve sektörü ileriye taşıyacak organizasyonlar ve yapılar kurmaya çalışıyoruz. Şunu çok iyi biliyoruz; bizim Nevşehir’deki nakliyeci ve kamyoncu kardeşimin fiyatıyla rekabet etme şansımız yok. Bu; iki kere iki dört ama ne yapıyoruz? Ezine’deki peynir üreticisinin Şırnak’daki Carrefour’a göndereceği 300 kilo peyniri alıp, 3 gün içinde götürebilecek yapıyı kuruyoruz.
Üretici ve tüketici arasındaki ticareti kolaylaştıran, organize ticaretin alt platformunu oluşturan sistemler kuruyoruz. Bunu gıdada kuruyoruz, tekstilde kuruyoruz, FMCG’de kuruyoruz, -FMCG gıda ile yakın ama örnek vermek gerekirse şampuan gıda değil FMCG’dir- ilaçta kurmaya çalışıyoruz. Bu yapıları, örnekleri çevremizdeki ülkelere de aktarmaya çalışıyoruz. Bu da bizim ikinci stratejimiz ve uygulamaya başlıyoruz.
Bu Evrimin Hep İlk Oyuncusu Olduk
Bu noktaya ne ölçüde planlı geldiniz?
Bu bir evrim. Bugün konuştuklarımızı on sene evvel düşünemiyorduk bile. Biz, evrimin hep ilk oyuncusu olmayı misyon edindik. İlk kurucu olmanın getirdiği finansal riskler, sıkıntılar var ama buna ölçeğin büyüklüğü içerisinde bakılmalı. Bizim işe en başta yatırdığımız miktarlar dünyalar kadar değil. Halbuki orta ölçekli firma için belki bu karşılanamaz bir miktardır.
Bu yıl Ağustos’da Muğla’da, Güney Ege lojistik merkezini açtık. Muğla’nın 200 km çevresinde doğru dürüst lojistik imkanı olan tek tesis bu. Bu, bugün için doğru mu? Hayır. Ama Muğla dediğimiz yer de Türkiye’de İstanbul’dan sonra uluslararası ölçekte havalimanı olan ikinci şehir. Didim’den başlıyor, Kaş’da bitiyor ve biz oraya yatırım yapıyoruz. Bugün için yapmıyoruz ama, ‘yarın’ derken de otuz sene sonrası için değil; gelecek sene, ondan sonraki sene için yapıyoruz.
Gelişiminizle birlikte, kontrol etmek zorunda olduğunuz büyüklük ve kendini yeniden üretme açısından bir kaygınız var mı?
Endişemiz; yeterli düzeyde eğitimli alt düzey, orta düzey ve hatta üst düzey elemanı bulma sıkıntısı... Devamlı bunu aşmaya çalışıyoruz ve gündemdeki mevzumuz bu. Türkiye’de her şeyimiz var ama yeterli insan kaynağımız yok. Şu anda bazı yerlerde forkliftçi dahi bulamıyoruz. Bulsak da verdiğimiz ücretler kabul görmüyor. Türkiye’de çalışan, bin liradan mutlu değil, ‘bu para mı’ diyor. Oysa bizim bin lira verdiğimiz adamın şirkete yükü iki bin lira. İki bin lira dediğiniz para bin dolar. Bin dolar bugün dünya ölçeğinde yüksek bir ücret. Almanya, İsviçre ile mukayese edildiğinde belki küçük ama bunun bir de diğer ülkeleri var. Kömürünü, makarnasını bedava alıyor, bir yeşil kart ediniyor, bir de ‘ihtiyar anneme bakıyorum’ diyor ve 650 lira da oradan alıyor, sonra da ‘niye çalışayım, bin lira para mı ’ diyor. Ama öbür taraftan bu sosyal destekler kümülatif olarak geliyor ve lojistik maliyetin üzerine oturuyor.
Şu anda Türkiye’nin lojistik maliyetleri Almanya’dan daha pahalı. Nedeni çok basit; bir kere Almanya bizim kadar pahalı enerji kullanmıyor. Akaryakıt, taşımanın ana girdisi durumunda… İşçimiz onların yarı fiyatına ama birim üretim gücü de o oranda düşük. Bizde iki işçinin yaptığını onların bir işçisi yapıyor. Türkiye’nin arazi ve tapu yatırımları çok pahalı. Hollanda’da Antwerp Limanı’nda bir operasyonumuz var, dört dörtlük bir depoyu metrekaresi 3 Avro’ya kiralıyoruz. Şahane depo… İstanbul’da metrekaresi 7 dolardan aşağı doğru dürüst depo yok. 7 dolar dediğin 5,5 Avro. Dolayısıyla bu maliyetler de geliyor bunun üzerine oturuyor.
Lojistik Dışında Başka İşimiz Yok
Lojistik dışında başka bir sektörde faaliyetiniz var mı?
Başka hiçbir şey yok. Bizim bütün işlerimiz lojistikle alakalıdır. Örneğin; sayı itibariyle Türkiye’nin en büyük deniz konteyneri forwarderliği yapan bir şirketimiz var KTT; lojistik mi, evet.
Gökbora’da 3 kardeş ortaktınız, sonra Ülker Grubu ile ortaklık ve Netlog doğdu. Şimdi baba-oğul devam ediyorsunuz. Bu bir iş yolculuğu, iş macerası… Bu yolculuğun bilinmeyen yanları, sırları, formülü var mı?
Hiçbir özel sır yok. Ortaklık, kardeşlik her şey dışardan göründüğü gibi. Biz yüzde 100 şeffaf bir şirketiz ve öyle de olmak zorundayız. Bu boyuttaki bir şirketi de başka türlü yönetemezsin ki...
Şeffaflık çok, çok önemli. Çünkü biz projelerimizi üst ve orta düzeylerimizle paylaşarak büyütmezsek, onları sahiplendiremezsek olmaz.
Tabi ki yeni teknolojilerle… IT (Bilgi Teknolojisi) çok iyi yerlere geldi. Biz depolardaki her adım atışı merkezden takip edebiliyoruz. Sadece kameralar anlamında söylemiyorum, operasyon anlamında da söylüyorum bunu. Arkasında çok ciddi ERP (Enterprise Resource Planning - Kurumsal Kaynak Planlaması) çözümleri, yazılımları, şirket yönetim sistemleri, satın alma süreçleri var. Bunların başında etkin ve yetkin insanların olması lazım. Her istediğin insanı bulma şansın zor ama neticede sektörde 35 yıl geçtikten sonra artık neyin ne olduğunu daha iyi analiz edip bulma şansınız olabiliyor.
Sizin UND ve RODER gibi iki farklı çalışma sahanız daha oldu. İkisinde de aktif rolünüz vardı. Yoruldunuz mu? ‘Değdi’ mi? Bu çalışmalardan ne elde ettiniz?
Çok değdi, hiç yorulmadık, büyük keyifle yaptık. O günkü şartlar olsa da yine yapsak. Kar anlamında söylemiyorum, genel atmosfer anlamında söylüyorum.
Bugün o günkü şartlar, o günkü nakliyeci yapısı yok, her şey değişti. Ama diğer taraftan bakarsak değdi mi? Bence çok değdi… O kadar değdi ki; o günkü değerli Başkanımız Saffet Ulusoy önderliğindeki UND (Uluslararası Nakliyeciler Derneği), Türkiye’de ses getiren, Odalar Birliği (TOBB) gücünde bir organizasyondu. Bir bakandan bir şey isteyip de yaptıramamamız mümkün değildi, muhakkak yapılırdı. Bunda bir sürü faktör var tabii ama siz muhatabınızla doğru bir platformda diyalog kuramadıysanız, bunlar yaşanabilir. Platformlar da farklıdır. Netice itibariyle bir evrim yaşandı. Eğer o günkü şartlar olmasaydı, -gerçi Amerikalılara satıldı ama- Türkiye için hala çok önemli bir stratejik gücü olan UN RO-RO, doğamazdı. Bugün değil UN RO-RO, nakliyeciler bir araya gelip bir tane kamyon alamaz. Şartların müsait olması lazım.
RO-RO’dan Geriye Paradan Başka Şeyler Kaldı
RO-RO’nun en büyük ikinci ortağı konumundaydınız. Büyük kavgalara neden olan bu oluşumdan geriye paradan başka neler kaldı?
Tecrübe kaldı. Bir kere o yatırımın Türkiye’ye kazandırılması başlı başına büyük bir eserdir, gururdur. Bütün kazandıranlar için bu böyledir. O oluşuma destek veren herkesin -başta rahmetli Başkanımız olmak üzere- bundan gurur duyması lazım… Tekrar bunun altını çizmekte de fayda var.
Değerli ağabeyim Cüneyt Solakoğlu da dahil olmak üzere ülkeye bir eser kazandırdılar. Amerikalılar da alsa, ülke bir eser kazandı. Bugün Türkiye, Türk dış ticareti RO-RO’suz düşünülemez. O gün de olmuyordu, bugün de olmuyor. İkincisi; o platform içerisinde yan şirketler kuruldu, -bugün hiçbirisi yaşamıyor ama- yan şirketleriyle de nakliyeciyi derleyen, toplayan bir yapı oluşturulmuştu. Üçüncüsü; derneklerde ekonomik gücünüz yoksa iş yapamazsınız. Derneğin üyesinin getirdiği aidatla hiç bir şey olmaz. Zaten çoğu da ödeyemiyor, ödemiyor. O günlerde RO-RO, UND için de ciddi bir finans ve moral gücüydü. Biliniyordu ki; paraya sıkıştığımız anda bu parayı buluruz. RO-RO’nun artı olarak getirileri; uluslararası arenada UND’nin de bizim de kişisel savunma dayanağımız olmuştur. Ülkeye katkıları çok önemlidir.
Sayın Başkanımıza ‘Allah rahmet eylesin’ diyorum. Son birkaç senesinde kendisiyle diyaloğumuz çok yoktu. Ama iki sene evvel ziyaret ettim ve kendisinden helallik aldım. Bu benim için önemlidir. Hataları var mıdır? Vardır, hepimizin vardır. Rahmetli olan birinin arkasından bunlar konuşulmaz, konuşmam da. Ama ülkemize de, şirketlerimize de çok büyük katkıları vardır, kimse de bunun tersini söyleyemez. Söyleyenin karşısında ilk ben dururum, bu bir. İkincisi; diğer arkadaşlarımız içerisinde sektör için iyiyi yapmak adına hareket eden tüm arkadaşlarla diyaloglarımız ve dostluğumuz halen devam ediyor. Sık sık görüşemediğim arkadaşlarım da var ama bunun özel bir sebebi de yok. Biraz da artık ben uluslararası nakliyenin çok içinde değilim, olmak da istemiyorum. Daha ziyade lojistiğe ağırlık verdim, o dostlar ağırlıkla uluslararası nakliyenin içinde kaldılar. O nedenle diyaloğumuz eskisi kadar yoğun değil ama ben hepsinden memnunum. Ümit ediyorum onlar da benden memnundur.
Maalesef Sektörümüz Çok Tutucu
Halen uluslararası nakliye yapan aktif meslektaşlarınız var. Onlara tek cümleyle bir mesaj vermek isterseniz ne söylersiniz?
Çok basit; eğer işinizde herkesten farklı bir şey yapamıyorsanız, hemen emekli olun. Senelerden beri yaptığından farklı bir şeyi yapana, gerçekten şaşılır bu sektörde. O kadar tutucu.
Sizin, sektörü hatta iş dünyasını şaşırtacak projeniz var mı?
İki hafta sonra. Ama detay vermeden söyleyeyim. Henüz bitmedi, bitme şansı yüzde 50’dir. Özelikle altını çiziyorum, dergi çıktığında bile bitmiş olabilir. O, herhalde iş kariyerimde finalime yakın olacak diye düşünüyorum.
Kısmet olur da bu iş biterse, sektörde işini yaptığımız ya da yapmadığımız kişileri götürüp işin nasıl yapıldığını, nasıl yapılması gerektiğini yerinde göstereceğim. Böylece Türkiye’de, sektörde de yeni bir çığır açmış olacağız.
Bizim şirket içindeki politikamız artık şu; arzın bu kadar fazla olduğu yerde, karlı iş yapmak mümkün değil. Artık yasal çalışan -ki bütün arkadaşların yasal çalıştığını öngörüyorum- hiçbir firma, karlı uluslararası nakliye de yurtiçi nakliye de yapamaz. Çünkü anormal bir arz var. Bu hep de olacak. Ben geriye dönüp 35 yıllık nakliye kariyerime baktığım zaman, karlılıkta hep geriye doğru gitmişiz. Bu yarın da böyle olacak. Ne yapmaları lazım? İşlerini rakiplerinden nasıl farklı yapabilirler, müşterilerine nasıl ilave katma değer katabilirler bunlara bakmaları lazım. Eğer bu imkanları yoksa, şu anda sadece arabalarını eskitiyorlar ve ömürlerini geçiriyorlar. Bugünkünün üzerine bir taş koyup çoluk çocukları için bir eser bırakamazlar. Hiçbir şansları yok. Sektör için önerim şudur ki; Marmara Denizi’nde artık balık bitti. Bu gölde balık yok, olan da çok küçük. Bu balıkla da bu sektör yaşayamaz. Kendilerinin yörelerinde veya çevrelerindeki üretim kaynaklı başka işlere doğru yönelmelerinde fayda var. Bu dikkate alınmalı. Türkiye’de üretim alanında yapılacak çok şey var, boş saha çok fazla.
Daha Gidilecek Çok Yol Var
Bir örnek verebilir misiniz? 20 tane aracı olan bir nakliyeci araçlarını satıp da ne yapsın?
Özellikle Doğu, Antakya, Güneydoğu için kesinlikle teknolojik ziraatın olduğu dallara, sera ve sera ürünlerine yönelmeli. Rakamlara şöyle bir bakarsanız, Türkiye’nin yaş sebze ve meyve ihracatı 2 sene evvel bir milyar 200 bin dolardı. Geçen seneyi bilmiyorum ama yaklaşık aynı olmalı. Ama Hollanda’nın sadece çiçek ihracatı 8 milyar dolar. Daha gidilecek çok yol var. Tabii bunları hükümetin tarım politikalarıyla da regüle etmesi gerekir. Desteklemeyi konuşmuyorum. O da olmalı ama o ayrı bir şey. Örneğin Antakya’da bir sene soğan çok ekilir, hiç para etmez, herkes batar, ertesi sene kimse soğan ekmez. Benzeri kavunda, karpuzda da olur. Benim bildiğim 50 senedir bu böyle. Ben böyle bir vizyonu oradaki köylü Mehmet ağadan bekleyemem ki. Bunu yapacak olan devlettir ve bunları da yapmalılar.
Tekstilde de hala yapılacak dünya kadar iş var. Türkiye son 15 senedir üretici olmaktan çok tüketici ve rantiyeci bir toplum haline gelmeye başladı. Bir toplum böyle kalkınamaz. Kişiler de böyle kalkınamaz. Ne toplum ne de kişiler… Üretmek lazım.
‘Ben nasıl farklı bir şey yapabilirim de müşteriye fayda sağlarım’ demek lazım. Pazar var, Türkiye pazarı var, çevre pazarlar var. Doğu ve Güneydoğu’daki arkadaşların elinde çok büyük, benden daha büyük fırsatlar var. Antakya’nın dörtte üçü Arapça biliyor. Suriye onlar için -ama altı ayda ama iki senede- çok büyük bir kapı olacak. Bitmiş bir ülke, yıkılmış bir ülke, her şeye ihtiyacı var. Kuzey Irak… Biz şu anda oraya iş yapıyoruz, mal satıyoruz, nakliye yapıyoruz.
Spor Dersen Ancak Oda İçinde Yürüyorum
Biraz kişisel sorulara gelirsek... Ortalama bir gününüz nasıl geçiyor?
Genellikle sabah 7’de kalkıyorum. 7.30’a kadar internet üzerinden basına, geceden gelmiş maillere bakarım. 8.15’de çıkarım. Önemli bir randevum yok ise 9-9.15’de de işte olurum. Genellikle standart, mütevazı merkezimizdeyim. Karşıya (Anadolu yakasına) geçmeye çalıştığım zaman da en boş olan öğlen saatlerinde geçiyorum. Akşam 8.30 9.00’da eve giderim. Burada (Hadımköy) olursam da 8-8.15 gibi çıkar, 9 gibi evde olurum.
Cumartesi biraz daha lüksüz. 10’da geliyorum, akşam 5-6 civarında çıkıyorum. Artık evlerden her şeye ulaşma imkanımız var. Hafta içi bakamadığımız dosyalara, raporlara pazar günü hanımdan gizli gizli -bunun altını çizmekte fayda var- bakmaya çalışıyorum. Spor dersen, ancak oda içinde yürüyorum.
Teknolojiyle aranız nasıl? En üst düzeyde kullanıyorsunuz sanıyorum…
İyi, iyi, fena değil. Teknolojiyle aram iyi ama ‘en üst düzeyin bir gıdım altında’ dersek daha doğru olur. Ama kullanıyorum.
Toplumun Kendini Denetimi Önemlidir
Bu kadar iş konuşmanın üzerine, güncel bir politika sorusu sormak istiyorum. Tek bir soru soracağım; başbakanın öğrenci evleri ve kız-erkek birada yaşamasına yaklaşımı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bir değil beş tane de sorabilirsin. Benim görüşlerim belli. Bizim tesisimizin her bulunduğu yerde Atatürk resimlerimiz vardır ve olacaktır, Türk bayrağı vardır ve olacaktır. Olamadığı yerde de ne tesis yaparız, ne de iş yaparız. Bu kadar net!
Gelelim asıl soruya…
Biz gerektiğinde ne kadar çağdaş olursak olalım, bir İngiliz gibi de değiliz. İngiliz için bile belli bir muhafazakarlık vardır. Kızımın böyle bir evde yaşamasını ister miyim? Hayır istemem. Üstelik bunu hiçbir aile istemez. ‘İsterim’ diyen de garip kaçar. Ancak bu bir devlet politikası boyutuna gelmeye başladığı anda, bunun adı değişir. Bunun adı artık demokrasiden merkezi kontrole gider ki bu da doğru değildir. Zaten toplumun kendi kuralları bunu dizayn ediyor. 10 ailenin oturduğu bir apartmandaki tek bekar, haftada iki kere eve kadın arkadaş getirdiğinde rahatsızlık oluyor mu? Oluyor. İşte bu kadar basit. Toplum bu denetimi kendisi yapıyor zaten.
Her Alanda Kavram Kargaşası Yaşanıyor
Türkiye’de bir kavram kargaşası yaşanıyor, muhafazakarlık adına, milliyetçilik adına, ulusalcılık adına hatta Ergenekon adına. Ben neredeyse 60 yaşındayım. Bizim yetiştiğimiz şartlarda, Türkiye’deki gibi dünyadaki koşullar da çok farklıydı. Dağılmış, çökmüş, dünyadaki muhtelif emperyalist devletler tarafından lokma-lokma edilmeye çalışılan bir eski imparatorluktan bir Cumhuriyet kurmak, devlet kurmak ve bunu ayakta tutmak kolay değildi. Yıkmak çok kolay. Bu çerçevede bir takım kurumlar oluşturulmuş. Bir takım eğitimler verilmiş. Bu eğitimler yanlı da olmuş olabilir. Ama hedef şuydu; ulusal bir devlet ve ulusal bir bakış yerleştirebilmek. Yerleştirilmeseydi ne olurdu? Türkiye Cumhuriyeti Devleti olmazdı. Birincisi, ben buna inanıyorum.
Samimi söylüyorum; ben bugünkü hükümetimizin de aslında ulusalcı olduğunu düşünüyorum. Ulusalcı olmaması mümkün değil. Ulusalcılığı kaldırdığı zaman yerine ne koyacak? Din devletini mi koyacak? Böyle bir gündemleri de olamaz zaten. Türkiye ulusal anlayışı derken de kesinlikle Türk etnik yapısını konuşmuyorum. Böyle bir şeyi konuşmayı da abes, gereksiz ve cahilce buluyorum. Benim babaannem Arnavut. Bugün hangimizin geçmişine gitsek benzer tablolar görürüz. Türkiye’de 75 milyon vatandaşın içinde ‘yüzde yüz Türk’üm’ diyen yüzde 20’yi bulamazsın. Gerek de yok. Biz ‘bu bayrak altında, bu cumhuriyet altında Türk milletiyiz’ diyebiliyorsak bunu başardık. Demokrasi, laiklik bunlar ayrı şeylerdir. Üst tarafta; tartışılmaması gereken bir Türk ulusu ve bunu birleştiren ana yapı olmalıdır. Çok net söylüyorum; hükümetin bunun karşısında olduğunu düşünmüyorum. AKP’li falan da değilim. Dolayısıyla ben bu bakışla ulusalcıyım. Benim etrafım da hep ulusalcı. Benim anladığım ulusalcı ile medyada lekelenmeye çalışılan ulusalcılık tabii ki farklı. Onlarınki ulusalcılık da değil, belki ulusçuluk. İkincisi Ergenekon… Bizim çocukluğumuzda Ergenekon; Orta Asya’dan, hafif mitoloji ile beraber gelen bir hikayedir. Dede Korkut hikayeleri de bir mitolojidir. Dağa sıkışanlar, dağı eritip çıkıyor. Böyle bir şey olmayabilir ama toplumlar böyle oluşuyor. Helen nasıl oluştu? Ortak hafıza, ortak kültür denilen şeyler bunlar. Orada mistik bir hoşluk var ve burada ona Ergenekon demişiz. Bunu lekelemeye kimsenin hakkı yok. Ben buna bir anlamda, Ergenekon sanki benim namusum gibi bakıyorum. Ben onunla beraber geldim. Bunu yok edemezsiniz. Ne gerek var? Hiç gerek yokken… Bu da iki…
Osmanlı Ta 1350’de Trakya’ya Geçmişti
Üç; Türkiye cumhuriyetle beraber değil, Osmanlı’da 17. Yüzyıl’dan itibaren yüzünü batıya dönmüştür. Hatta daha da ileriye gidelim, Osmanlı’nın kuruluşuyla batıya dönmüştür. Osmanlı 1350’de Çanakkale üzerinden Trakya’ya geçmiştir. Daha İstanbul yok. 1370’de Edirne başşehirdir. 1380-1390’larda Osmanlı artık Batı Trakya’dadır. 1453’de, 80 sene sonra İstanbul’dadır. İstanbul alındığı zaman, daha Konya Karamanoğlu Beyliği Osmanlı’ya iltihak etmemiştir. Bunlara kimse ‘yok’ diyemez. Bu tarihin de hepsi bizim, hepsiyle gurur duyarız. Karamanoğlu ile de, Germiyanoğlu ile de, Alparslan ile de Malazgirt ile de gurur duyarız. Sadece bilinmesi açısından bunu söylüyorum. Ama özellikle 18. Yüzyıl’dan itibaren Türk ordusunun tüm yapısı Batılılaşmıştır. Niye Batılılaşmıştır? Çok basit; çünkü Batı’da sanayi devrimi başlamıştır, artık kılıç gitmiştir, tüfek gelmiştir. Tabii ki Batılılaşacaksın. Türkiye’nin yolu, yüzü, hedefi Batı’dır. Batı derken, felsefesini, bilimini, demokratik anlayışını alalım. Hedefimiz de budur. Bundan kimse geri durmaz. Buna şu anki hükümetimiz de dahildir. Kim der ki ‘artık biz cep telefonu kullanmayalım, uçağa binmeyelim’... Batıya ulaşma, o felsefeye ulaşma yolları tümsekli olabilir, tepecikler olabilir, dikenli olabilir ama Türkiye sapamaz, sapmaz veya sapmamalıdır. Kimsenin sapacağını da, sapmasına bu ülkenin bu insanın müsaade edeceğini de zannetmiyorum. Öyle bir şey yok. Dolayısıyla ülkemle de gurur duyuyorum, insanımla da gurur duyuyorum.
Bizim Diyarbakır’da bir depomuz var. Daha büyük bir depo ve alışveriş merkezi yapmak için 45 dönüm yeni bir yer konuşuyoruz. Diyarbakır da benim yahu... Diyarbakır İstanbul’suz olur mu? Dünyadaki en büyük Kürt şehri İstanbul. Bütün Güneydoğu’daki Kürt nüfusu 3-3,5 milyon civarında, eğer yüzde 20 oran doğruysa, İstanbul’da da 3-3,5 milyon Kürt var. Neyi konuşuyoruz biz? Bunlar politikacıların yönetim hataları. Amerika’yı ne yapacağız? Dünyada en çok Latin kökenlinin yaşadığı ülke. Miami’de dünya kadar İngilizce bilmeyen Amerikalı dolaşıyor… Ortak değerleri ne? Amerikan bayrağı, Amerikan adaleti ve oturmuş demokratik sistem.
Darısı başımıza…
Portre: Şahap Çak
1954 yılında Tekirdağ’da doğan Şahap Çak, Saint Benoit Fransız Erkek Lisesi, 1973 mezunudur. 1975-1983 yılları arasında Çaklar Petrol A.Ş.’yi kuran ve genel müdürlüğünü yapan Çak, 1983-2003 yılları arasında Gökbora Uluslararası Nakliyat A.Ş.’nin de kurucu yönetim kurulu başkanıdır. 1990-2000 yılları arasında UND Başkan Yardımcısı, kurucuları arasında yer aldığı RODER’de de danışma kurulu üyelikleri yaptı.1994-2008 yılları arasında ise U.N RO-RO İşletmeleri yönetim kurulu üyeliği yapan Şahap Çak, 2003 yılından bu yana kurucusu olduğu Netlog Lojistik Grubu’nun Yönetim Kurulu Başkanı olarak görev yapıyor.