Solakoğlu: "Kapitalizm Kendi Sonuna Koşuyor"

Cüneyt Solakoğlu, bir süredir gözlerden uzak. Oysa bir zamanlar sektörün en çok göz önünde bulunan isimlerindendi. Daha çocuk yaşta, Sirkeci’de babasının yazıhanesini süpürerek başladığı taşımacılık serüveninde zirveye çıkmış biri...

Dededen esnaf, işadamı… Kendince artık emekli… Yaptığı işte sektörün yarattığı ve en büyük maddi değere ulaşmış bulunan U.N. RO-RO’yu yönetmiş, satışında başrol almış biri. Halen, yeni kaybettiği 41 yıllık eşinin yasında olsa da yılların birikimini sıkılmadan paylaşıyor.


Daha konuşmamızın başında, Kargo Haber Dergisi’nde yer alan ve eski U.N. RO-RO yöneticilerini bir arada gösteren fotoğrafa bakıp; ‘şu düzen sanki hep varmış gibi’ diyerek aslında söyleşinin de akordunu yapmış oldu. Fotoğrafta yer alanlar hakkındaki yorumlar ard arda geldi. Tayçın Üner’in taşımacılık alanındaki deneyimi ve bilgisinin ‘muazzamlığı’ yanında, Yaşar Çelik için ‘neredeyse Soros, yaptığı işlerin zamanlaması açısından sanki sihirbaz’ diyecek kadar kesin yargılar dile getirdi. Şahap Çak’ın oğlu (Gökalp Çak) ile birlikte çalışkanlığı, ‘iş ve ciro’ yaratması, Sağlık Grubu’nun başarısında aile birlikteliğinin önemi ve Süleyman Sağlık’ın bu konudaki etkisinin altını çizdi. Fotoğrafların canlandırdığı anıların üzerinden uzun uzadıya geçerken anladım ki; bu öyle soru cevap gidecek gibi bir söyleşi değil. Zaten bunun da gerekli olmadığı ortaya çıktı. Kişiliğine de uygun bir biçimde derin, açık ve kesindi konuşmaları…  Bazen de ‘artık bir fütürist’ dedirtecek türden… Neredeyse hiç araya girmedim. Konu konuyu açtı…

Nakliyeciler birlikteyken muhteşem

“İnsan içinde yaşadığı ortamı, balığın denizin farkında olmaması gibi yeterince değerlendiremiyor. Ben yaşlılığı şu açıdan çok sevdim; yaşlılıkta yarış hırsı bitiyor. Artık yavaşlıyor, yoruluyorsun ve zaten tren de senin istasyondan kalkmış, geçmiş oluyor. Bu, insana zaman içinde yaşadıklarını bir de dışarıdan, kenara çekilip yorumlama imkanı sağlıyor.

Her zaman, herkesin farkına varmıyorsun. Sadece insanların değil, yaptığın işin de çok farkına bilincine varmadığını, bu yaşa gelip de onu sakin gözle seyrettiğin zaman anlıyorsun. Nakliyeciler ile olan ilişkilerimde çok renkli kişiler tanıdım. Bir de nakliyecilerin toplu reaksiyonu var, o muhteşem. Mesela genel kurulların reaksiyonları hep çok doğruydu. Genel kurul her zaman Saffet (Ulusoy) beye korku verdi. O ‘kollektif akıl’ dediğimiz şey, nakliyecilerde son derece ileriydi… Nakliyeciler tek olduklarında, Saffet beyden söz gelimi İskenderun’dan yük kapmak uğruna yirmi takla atabilirdi ama genel kurulda hiç takla atmadılar. Kollektif akıl her zaman iyi bir akıldır. Ben bu yaşımda inandım buna. Oysa gençliğimde, ortalama insanın asla benim gibi düşünemeyeceğine inanırdım. Benim bulduğum doğruların asla yadsınamayacağına inanırdım. İngilizce bir deyim vardır, ‘nobody is stupid’; topluluk aptal değildir. Yani ‘bir şey temel olarak kabul görmüşse o doğrudur’ fikrinin çok daha geçerli olduğunu, emekli olduğum zaman anladım.

Devir değişti, iş ilişkilerimiz birden bire uluslararası hale döndü. Benim tarttığım, ölçtüğüm, biçtiğim hep sebze ve meyveydi. Hiç demir, kömür, değerli madde tartmamıştım. Yine de sektörümüzün, öteki sektörlerden biraz daha uyanık oluşunun sebebi; bizim işimizin uluslararası ilişkileri barındırmasıydı. İyi kötü, uluslararası ilişkiler kuruyorduk. Ya İran’da ya Irak’ta ya İngiltere’de ya da Almanya’da insanlarla tanışıyorduk. Onları çok fazla tartmaktan ziyade, birini öteki ile mukayese ediyorduk. Sonra globalleşme, haberleşmenin gelişimi, ulaşımın artması, sermayenin çok hızlı dönmesi hatta sermayenin aidiyet, sınır tanımayan bir şekle gelmesi, bütün dünyayı her gün ışık hızıyla, deli gibi dolaşıyor olmasıyla yeni bir döneme geldik.

 

O benim olgunluk dönemimin sonlarıydı. 2005, 2006, 2007’lerde dıştaki sektörü, sermayeyi tanıma fırsatı buldum. Bire bir ilişki içinde bulundum. Bundan KKR’ı kast ediyormuşum gibi bir mana çıkabilir ama değil. Aslında finans sektörünü tanıma fırsatı buldum. Şirketi satmak için kiminle anlaşalım dedik, bir sürü firmayı gezdik, dolaştık konuştuk. Çok ciddi alıcılar günlerce geldiler, bizimle görüşmelerde bulundular. Alırsak nasıl çalışırız, siz ne kadar çalışmak niyetindesiniz diye sordular. Üst düzeydeki adamlarıyla da götürüp tanıştırdılar. Dolayısıyla finans sektörünü çok kısa fakat çok yoğun tanıma fırsatı buldum.”

Saffet Bey’in eski ayakkabısı daha değerli

Bu arada Türk bankacılık sistemini eleştiren Solakoğlu, Türk bankacılığının temel yaklaşımının yanlış olduğunu belirterek çeşitli uygulamalarını eleştirmekten geri durmuyor. Bu konudaki temel yaklaşımını, ‘Bugün öyle şirketler var ki, içinden borcu ayıramazsın. Borcu ödediği zaman şirket kalmaz. Borcunu ödemeyi sürdürebilir ama borç şirketten ayrılamaz. O zaman bunun ismi bankacılık değil, bunun ismi kredi değil, bu ‘ismi konulmamış ortaklık’ diye özetliyor. Dünyada ve Türkiye’de finans sektörünü irdelerken, iş bilgisi ve sermaye ilişkisine verdiği önemi; ‘Konservatifim, tutucuyum, bilgiye çok önem veririm.’  diyerek fon yöneticilerini değerlendiriyor:

“Bir kere müthiş eğitim alıyorlar. Hepsi dünyanın belirli üniversitelerinden parlak talebeleri beyin olarak kullanıyorlar ama konu eğer U.N. RO-RO İşletmeleri A.Ş. ise, hiçbiri Saffet Beyi’n eski ayakkabısı kadar değerli değildir. Bakın, olmadıklarını biliyorum, Saffet Bey’in o şirkete müdahalesi ve sorunları şöyle bir tartıp toparlaması. O toparlamalar sırasında beyninin arka planındaki taa Ziganalar’a varan nakliye hamurunun, bu sektörün içinde geçirdiği 50-60 senenin, acı tatlı tecrübelerinin, bu sektörün, şirketin müşterilerinin ciğer tomografisinin izleri vardı. 2007 sonrasında U.N. RO-RO’nun yaptığı fahiş hatalarda da her zaman, bilmediğini bilmemenin verdiği cehalet vardı. Sonuçta şirketleri, dışarıdan bin tane veri monitöre aktarıldığı zaman çok rahatlıkla idare edilen bir yapıya indirgemenin verdiği rehavet ve bunun gafleti vardı.

Muhasebenin temeli şudur; toplam eşit olmak zorunda, sıfıra ulaşacaksın. ‘Gel, eksi 2’de buluşalım’ diye devrim yapamazsın. Olmaz! Tutturamazsın mizanı. Ticaret de budur. Ticaret yeniliklere açık olmayan bir iş koludur demek istemiyorum. Ama ticaretin genel prensipleri, paranın icadından beri aynı. O düzenden beri gelen temel prensipler var. Bu prensiplerden ayrılamazsın. Her iş kolunun kaldırabildiği sermaye ile orantılı bir borç ilişkisi var. Sen bunu ‘leverage buy-out’ diye çiğneyip gidemezsin.

En büyük sermaye itibardır

Benim gençlere her zaman tavsiyem şu; hızlı büyümeden korkun. Ticaretin genel prensiplerine aykırı davranmayın. Akıntıya kürek çekmiş olursunuz. Macera aramış olursunuz. Tüccarın en önemli sermayesi, kredibilitesi, yani itibarıdır. Avrupa’da kimsenin evini ipotek alıp da ona kredi vermezler. Ben icra memuru değilim ki. Projeye, işe ve işi yapan adamların kapasitesine kredi verilir. Onun için ticarette en önemli unsurlardan bir tanesi ticari kredibilitedir. Ticari kredibilite bir günde yapılmaz. Babadan kalan mirasla da yapılmaz. Seneler içinde güç günlerde piyasa seni dener, senin iş ahlakını ve borca sadakatini dener ve ondan sonra sana bir kredibilite tanır. Dolayısıyla ben genç firmalara her zaman bilgiyi yani mesleki bilgilerini artırmalarını, sermayeleri ile orantılı teşebbüslerde bulunmalarını ve uzun vadede kazanmalarını yani sprinter olmamalarını, yüz metre koşmamalarını, ticari hayatı sanki maraton koşuyormuş gibi algılamalarını öneririm.”

Hatırlatmalar yaparak araya girdiğim de oldu. Örneğin; ‘sektörün dönüm noktaları neler oldu? İran-Irak savaşı var, Yugoslavya savaşı var, bir sürü olay yaşadınız ve taşımacılık ve lojistik sektörünün en önemli tanıklarından birisiniz. Çünkü aynı zamanda sektörün yöneticilerinden biriydiniz’ dedim.

“Yaş itibariyle dünya üzerindeki muazzam değişikliklerin şahidiyiz. İkinci Dünya Harbi’nin ardından gelen yokluk zamanları da buna dahil.

Kendimize gelirsek, bizim nakliyeci diye işe başlamamızın sebebi aslında kamyon satışı, kamyonların geri gelişi dolayısıyla birden bire ambarda çalışması gibi durumlardır. ‘İstanbul’dan yükle gitsin Malatya’ya da Malatya’dan buraya nasıl gelsin’ çaresizliği vardı. Babam çok yaratıcı bir insandı. Onun da babası tüccardı. Yaptığımız işler farklı olsa da Sencer (Solakoğlu) ticarette dördüncü nesil. Babam o zaman İran’a gitti. İran-Almanya (Münih) arasında çalışan Transhan diye bir şirket vardı, bir de Umumi Mağazalar çalışıyordu. Üçüncü şirketi babam kurdu. O zaman Cevdet Ural ve Yaşar Ural, Ernak’ın ortaklarıydı.. Biz onlarla iki, iki buçuk sene ortaklık yaptık. Sonra ayrıldılar ve Urallar’ı kurdular. Bugün en eski firma olarak Urallar bilinir. Aslında Ernak, iki buçuk sene daha evvel kuruldu.  

Nakliyenin o günkü koşullarından bugüne kadar geldik. En sonunda 1.3 milyar dolara satılan şirketlerden bahsedilir hale geldi Türkiye. Gelirken tabii ki gelişimi tetikleyen birkaç tane köşe noktası, kırılma noktası, dönemeç dediğimiz şeyler oldu. Bunların o dönemlerden hatırladığım ilki; Yamani’nin (OPEC Eski Başkanı Zeki Yamani) çıkışı ve 1974 petrol krizidir.

Önce petrol krizi, sonra dışa açılma ivme kattı

1974 kriziyle birden İran-Irak zenginleşmeye ve Avrupa’dan mal almaya başladı. Bu benim şirketim için de bir kırılma noktası oldu. Kuruluşu 10 sene öncesine dayanan şirketim, uluslararası iş yapmaya çalışan, İran ile Münih ile kontağı olan bir şirketti. Bir know-how sahibiydik. Birden İran’ın Avrupa’dan, Amerika’dan Türkiye limanları üzerinden aktivitelerinin artması, doğrudan bizim aktivitemizin artması anlamına geldi. Mesela Koçtuğ’un kara nakliyecisiydik. American Export Line ile 1974’de Tahran Fuarı’na ciddi miktarda mal taşıdık, arkasından o fuarda yapılan anlaşmalardan doğan taşımaları aldık.

Nakliyeye hız kazandıran ikinci nokta; 24 Ocak 1980 kararlarıdır. Bu kararlarla Türkiye dış ticarette rekabete açıldı, dış ticarete ağırlık verdi.

İran’ın da orada bir özel önemi vardır. 1979’da Humeyni (Ayetullah Humeyni) İran’a döndü, 1980’de savaş (İran-Irak Savaşı) başladı, 1984’e kadar Türk nakliyecisi için çok büyük pazarlar dönemidir. Çünkü ihracatçı o boşluktan çok iyi faydalandı. İran-Irak savaşının yarattığı Türkiye lehine yaşanan dengesizlik, bizdeki ivme noktalarından bir tanesi oldu. Onların limanları yoktu; bizim Mersin, İskenderun, Trabzon limanlarımız iş yaptı.  

Türkiye’de hür teşebbüs de çok yaygındı. Okuma-yazma oranı düşük, bürokraside de iş olanakları limitli. Ne yapacak adam? Köyde kasabada büyümüş. Bakıyor dayısının oğlu kamyoncu, o da bir kamyon alıyor. Altyapısını onlar yaptılar.

Örneğin; 29 Ekim 1974’de Mersin’e gemi ile buğday geldi. Gemiyi 15-20 günde tahliye edip gönderdik, 25 bin ton dökme buğdayı 1975’in 15 Şubat’ında bitirdik. O zaman Mersin’de nakliye şirketi yoktu. Limanlar çok perişan haldeydi ve bir yandan limanlara mal yağarken, herkes kendini ufak ufak geliştirdi. Derken Türkiye’de de hamleler başladı. Karakaya Barajı ile Türkiye ilk defa ağır nakliye ile tanıştı. Ondan evvel bir tek Tuzcuoğlu vardı. Tuzcuoğlu’nun oluş sebebi de Tusloglar’a, Amerikalılar’ın tesislerine yük taşımaktı. Sanayi yok ki Tuzcuoğlu taşısın… Derken Mağdenli, arkasından AEG-ETİ’yi taşıyan Ankara Nakliyat gibi şirketler kuruldu ve yavaş yavaş nakliyede ihtisaslaşma başladı. Türkiye’de sanayi birden fırlamaya başladığı zaman, dünya kadar kazanlar, uzun direkler, kolonlar, türbinler taşındı.”

Küçükler gitti, sıra orta boylarda

Benim gözlemime göre 1980’lerin başında Almanlar, Hollandalılar Türkiye’ye veya Türkiye üzerinden Ortadoğu’ya mal taşıyorlardı. Sonra Çekler, Macarlar, Yugoslavlar onların yerini aldı. Onlardan sonra da Bulgarlar, Romenler geldi. Onları da tahtından Türk taşımacıları indirdi. Şimdi de İranlı, Iraklı taşımacılar var. Galiba bu iş batıdan doğuya doğru kayıyor.

“Dediğin çok doğru... Nakliye aslında küçük işletmelerce yapılır. Mesela İtalya’da halen bazı insanlar 2-3 kamyon ya da treyler ile geçinir gider. Nakliyecilik, karayolu nakliyesi, treylerle binlerce kilometre yol yapmak, fakir adam işi. Hollanda’da da, Almanya’da da bu işi yapanlara baktığın zaman çoğu fakirdir, göçmendir.  Anadolu’da da tıpkı İtalya’da olduğu gibi ülkenin yoksul insanlarının, çaresizlik içinde seçtiği iş koludur, fakir ülke insanının çaresizlik içinde seçtiği bir mesleğin adıdır nakliyecilik. Tabi doğuya kayacak. Ama bizde kamyon yokken, Fiat 684’e ‘treyler’ derken İran Mack ve Volvo imal ediyordu. İran’da kamyon fabrikaları vardı. İran benim için her zaman ayrı ele alınması gereken bir ülkedir.  

Lojistik, özellikle 2005-2006’dan sonra, dünyada sınırların önemini kaybetmesiyle birlikte sermayenin deli gibi yer değiştirmesi süreciyle başladı. İçinde bulunduğumuz son fırtınalı dönem de budur. Bu dönemde neler oldu? Bu dönem orta boy işletmeler için çok kötü. Çünkü bu dönem bir şey getirmedi, götürüyor. Küçük işletmelerden zaten bahsedilmiyor, orta boy işletmeye de hayat hakkı gitti. Benim şu anda gördüğüm, tespit ettiğim, çok üzüldüğüm ve çok önemli nokta budur.

Kapitalizm kendi sonuna koşuyor; büyük savaş muhtemeldir

Komünizmin tesiri yeni geçti. Deli gibi bir yağmur yağıyordu. Herkes boğulmak üzereydi. Birden bire yağmur durdu, rüzgar başladı. Şimdilik kimse rüzgarın ne kadar yıkıcı ve delici olduğunu telaffuz etmiyor.  Ama göreceksin; böyle giderse yakında, 5-10 sene içinde büyük bir savaş çıkmazsa -ki çıkması da muhtemeldir- devletler oturup; Kyoto konferansı gibi, çevre kirliliğini ele alır gibi, kapitalist kirliliğini ele alacaktır. Ortada görünen durum budur.

2007’de dünya patladı, herkesin anası ağladı. İnsanlar dişçiye, doktora gitmemeye başladı. Eczacısı, doktoru aç kaldı, özel okullar sıkıntıya girdi. Ancak; ekonomik durgunluk var, fabrikalar kapatılırken, petrol fiyatlarına baktığımızda, vahşi kapitalizmin resmini görebiliriz.

Eskiden tüccar, sanayici ait olduğu memlekete vergi öderdi. Şimdi vergileri de ödemiyorlar. Mesela biliyorduk ki Unilever Hollanda firmasıdır. Şimdi soruyorum HSBC kimindir? Shell kimin, BP kimin? Kimin eli kimin cebinde hiç belli değil. Halbuki devletler okuma, sağlık, barınma, trafik ve yol bulup gitme ihtiyacı gibi çok önemli işlevleri yüklenen kurumlardır ve bu işler vergilerle yürür. Bu sistem giderse vergi-mergi de kalmıyor. Denetim için kurallar dünya çapında konulmalı. Hatta ‘Dünya  vergisi’ olmalı ve bu da nüfus oranında dağıtılmalı. Bugün Çin’deki ucuz sermayenin sonsuza dek gitmeyeceği hemen ortaya çıkıyor. Çin başlangıçta sanki bu ucuz sermaye gücüyle para kazanıyormuş gibi göründü. Sonra bu, Çin’in başına sosyal bela olarak patlamaya başladı.

Balık neslini koruma tedbiri alınmadan evvel Marmara’da balık kalmamıştı. Gırgırların avlanmasına zaman ve zemin bazında tedbir alınınca bir çok balık türü tekrar görülmeye başladı. Ben dünyayı bir deniz, yaşayanları birer balık, kapitalizmin baş aktörlerini de birer gırgır teknesi gibi görüyorum. Ve bu yüzden diyorum ki ‘kural koymak’ gerekir. Sadece balık türlerinin selameti için değil, balıkçılığın sürdürülebilmesi için de bu gereklilik var.”

Ulusoy defteri nasıl kapandı?

Cüneyt Solakoğlu, dünün birikimleriyle bugünden yarına bakarken, işim gereği bazılarına benim de tanık olduğum olayların sonunu öğrenmek istiyorum. ‘Ulusoy ile defteri nasıl kapattınız? Herkesin gördüğü gibi mi?’ deyince…

“Kamuoyunun önünde, gazete sütunlarından mesajlar yağmaya başladığı zaman, ben gerçekten de kendi gönlümde Ulusoy defterini tamamen kapatmıştım. Saffet beyi silmiş, atmış ve tanıdığıma pişman olduğum insanlar listesine koymuştum. Çünkü o günkü ortamda saldırdığı yer ya da kendi politikası itibariyle bana doğru attığı ok, benim tam kalbimin ortasına geldi. Çünkü hayatım boyunca hep izzeti nefsim için mücadele ettim. Beceriksiz olmayı her zaman kabul edebilirim, aptal olmaya, basiretsiz olmaya tahammül edebilirim ama namussuz olmaya asla tahammül edemem.

Beni asla aksini hemen ispat edemeyeceğim, -zamanla ispat ettim ama o anda edemeyeceğim bir şekilde- şirketimi komisyonla sattığım şeklinde alenen suçladı. Onun için o günler çok zordu ve sadece bekledim. Çünkü hedefim; o şirketin satışını sonuna kadar yürütmekti. O hedefe yürürken, sanki duymazmış gibi yaptım. Zaman zaman sinirimden, sabahlara kadar dolaştığım, uykusuz kaldığım oldu. Ama bir taraftan da hep avukatlara veri toplattım.

Yarınlar için, beni tanımayan insanlar nezdinde torunlarım adına ismimi temize çıkartmak istiyordum. Satışın olduğu gün, avukatım bir büyük klasörle dava dilekçesini imzalatmaya geldi. Aynı gün Saffet bey çıktı ve herkesin huzurunda, ‘biz malımızı biraz daha pahalıya satmak istedik, bunların (Erol Soylu, Cüneyt Solakoğlu) hiçbir günahı yoktur’ dedi. Aynı gün o rüya satış gerçekleşti ve sadece dava açmamaya karar verdim. Dilekçeye imza atmadım. Fakat Saffet beyi yine affetmedim. Dava açmadım sadece... O kızgınlığım bir sene kadar sürdü.  

Kader beni çok çabuk haklı çıkardı. Satışı yaptık; ‘3 milyar, 3,5 milyar Euro eder, siz aptal mısınız’ diyenlerin sesi, daha sattığımızın ertesi günü kesilmeye başladı. İnsanlar sevindiler, ‘Allah razı olsun’ dediler ve nakliyeciler uzun tünelin içinden bu cep feneriyle, bu gıdayla çıkabildiler. Türkiye’ye en sıkışık olduğu dönemde nakliyecilerin yoktan var ettikleri bir şirket sayesinde 1.3 milyar dolar girdi. Bu rakam, ancak Migros gibi her yerde şubesi olan bir şirketle geçilebildi. Bizimki hizmet şirketiydi ve bu para, sıcak paranın gelip gittiği günlerde Türkiye ekonomisine kalıcı olarak girdi. Bu da benim Saffet beyi affetme, bağışlama süremi azalttı. Büyüğüm olduğu ve hala çok büyük saygım olduğu halde, hala ‘bağışlama’ kelimesini kullanabiliyorum. Çünkü yaptığı şey, asla yapılmaması gereken bir şeydi. Namuslu bir insana, namuslu olduğunu bilerek, beni her yerde ‘Allah’ın oğlu’ diye tanıtan adam, buna inanmadığı halde inanmış gibi, bu işi baltalamak için, benimle geçirdiği onca seneye gram değer vermeden, beni açıkça ortaya attı, afişe etti. Hem de inanmadığı bir şekilde suçlayarak. Nakliyecilerin de hiçbiri düşünmemiştir, ben buna inanıyorum. Nakliyecilerin çoğu beni sevmezdi ama herkes beni bilirdi... Ama benim cumartesiden cumartesi briç oynadığım, akşam da yemek yediğim Modalı vatandaş, ‘haa’ der…

Beni gördü ağladı, ben de ağladım

Öylesine yıpratıcı, öylesine kolay olmayan bir pozisyonda beni bıraktı ki, onun için ben hala ‘bağışlamak’ kelimesini söylüyorum. Sonra duydum ki hastaneye diyalize gidiyor, tek başına orada üç saat diyaliz alıyordu. Allah vergisi bir naturası, inanılmaz dayanıklı bir vücudu vardı. Diyalizden kalkar, işine giderdi. Diyalizdeyken habersizce odasına girdim, yanında şoförü ve hemşiresi vardı. Beni gördü ağladı. Ben de ağladım. Hakikaten tutamıyorsun gözyaşlarını. O muhasebesini yaptı, ben de muhasebesini yaptım.

Geçen bir sene içinde ben yavaş yavaş soğudum ve şunu gördüm; bizim başladığımız o muhteşem yolculuk, böyle bitmemeli. Ben Saffet beyi tüccar olarak, sosyal olarak, zeka olarak, onunla muhabbet, onunla seyahat, onunla siyaset olarak ayrı tutarım. Bir de dernekte (UND)  mukadderat birlikteliği yaptık senelerce, ‘bu böyle bitmemeli’ dedim. Nitekim o ziyareti takiben beni iki kere şirketine çağırdı, onore etti; konuştuk, yemek yedik. ‘Kuşadası’na tavla oynamaya geleceğim’ dedim. Telefon açtı ‘ben gidiyorum’ diye ama benim bir başka programım vardı, o sözümü yerine getiremedim. Yani vefatından önce biz eski ilişkilerin içindeydik. Hala bir tarafım unutmuş değil ama hiç suçlamıyorum onu.”


Aşık Veysel’e akordeon çaldım

Aslında güzel bir final olmuş. Biraz daha eskilere gidelim o zaman. Aşık Veysel’i merak ediyorum. Bence bu çok değerli bir anı…

“Babam Sirkeci Dervişler Sokağı’nda bulunan Afyon-Eskişehir Oteli’nin altındaki yazıhanede ticaret yapardı. Afyon-Eskişehir Oteli’ne Aşık Veysel de gelir, senede 15-20 gün kalırdı. Babamla da oradan dolayı bir dostlukları vardı. Ahmet Kutsi Tecer, Behçet Kemal de gelirdi, babama uğrardı. Babam onları nereden tanıyordu bilmiyorum. Dolayısıyla ben de tanıdım. Bir gün babam Aşık Veysel’i eve yemeğe getirdi ve kendisi bize hayatını anlattı. Ben ilkokul dörtteydim, yandaki odaya geçip, uzun uzun ağladığımı hatırlıyorum. Çok acıklı bir hayat hikayesi vardır. Bir gözünü çiçekten kaybediyor, sağlam gözünü kaza sonucu, bir öküzün boynuzuyla kaybediyor. O, doğayı aslında tanıyor. Çiğdemin rengini biliyor. Kendi hayal dünyasında yaratmıyor, hatırladıklarıyla yazıyor. Toprağı biliyor. O geldiği zaman ben akordeonumu da götürürdüm, akordeonla ‘çiğdem der ki ben alayım’ı çaldırıyordu bana.

Küçükken hep babama yardım etmek için giderdim, ortalığı süpürürdüm. Hepsi bir oda zaten. O olmadığı zaman çok sevdiğim bir şey vardı; babam ‘piyasaya gidiyorum’ derdi, o piyasanın ne olduğunu hiç bilmezdim ama çok güzel bir iş yapıyormuş gibi telefon edenlere, ‘Sebahattin bey yok mu’ diyene ‘babam piyasada’ derdim.”

İyi bir hukukçu olabilirdim

Cüneyt Solakoğlu, briç gibi özel bir oyunun ustalarından. Yelkencilik, ileri düzeydeki merakı. Doyumsuz mavi yolculuklarını, çocukluk arkadaşıyla birlikte büyük ortağı olduğu, Türkiye’nin ilk yat kiralama şirketi Pupa Yat’ı 001 numaralı belge ile kurmalarını, sonra ayrılıklarını, ortağı olduğu otelin kendisine devrini anlattı. ‘Keşke’lerini anlatmasını istedim. Ama onun gönlü hukukta kaldı.

“2007’ye hatta 2009’a kadar iş yaşamım çok ağırdı. Ama iki elimiz kanda olsa eşimle (Feryal Solakoğlu) her sene en azından bir hafta ama genelde iki hafta kayağa giderdik. Yazın deniz, yelken bizim için çok önemliydi. Briç de bizim ortak keyfimizdi. Zaten benim şansım; Feryal ile hep aynı hobileri paylaştık. Sosyal hayatımız böyleyken üç tane de çocuk yetiştirdik. ‘Keşke’lik bir şeyim yok ama ‘ne iyi ki yapmışım’ dediğim çok şeyim var. Bir tek keşke, hayatı seçişte vardır. Ama bu hayatın rengi karşısında, o hayatın renksizliğini de bildiğim için, içimden şu an ‘keşke’ demek bile gelmiyor.

Ben aslında akademisyen olacaktım. Hukuğu çok seviyordum. Vefa Lisesi’nin fen kolunu bitirmeme, rağmen hukuğu seçtim. İyi bir hukukçu olabilirdim. Hukukta kalsaydım iyi bir akademisyen olur, kendime çok daha kalıcı eserler bırakacak bir yer bulurdum diye düşünüyorum. En azından çok keyifli bir iş yapardım. Türkiye’de hala hukukçu olmaktan bahsediyorsam, sen benim hukuk tutkumu anla. Hukuk kadar yeniliğe açık, toplumun aynası, toplumun aynı zamanda da vazgeçilmez gıdası olan başka bir dal yoktur ve bir ‘keşke’m odur.

Bir de iş ihtirasım çok fazlaydı. Yapılacak işim olduğu zaman, ‘çocuklarımı ve karımı ikinci plana attım’ dersem yalan olur ama çok önemsemedim. Örnek olarak ‘Bugün yaş günü’ lafını çok ayıp karşılardım. Ne demek yani yaş günü, ben seyahate çıkıyorum… ‘Kuru günümüzde kutlarız’ der basar giderdim. Çok acil olmasa bile iş benim için hep kutsaldı. İnsanın o günkü değerleri kaybedebileceği hiç aklımda yoktu. Belki biraz daha az agresif çalışıp, ailemle daha fazla vakit geçirseydim daha iyi olurdu.”

Köy Enstitüleri’nin kapatılması en büyük eğitim hatası

Üniversite yıllarındaki mütevazı yaşam koşullarını, Ernak’ta işe başlama ve ders çalışma süreçlerini, komşularının gözünden ‘yine ders çalışıyor bu çocuk’ şeklinde özetleyen Solakoğlu, baba-oğul ilişkisini kendi babası ve oğlu ile ilişkileri açısından değerlendirdi. Laf eğitimden açılmışken, güncel bir konu olması nedeniyle bunu, dershaneler üzerinden sordum.

“Dershanelerin kapatılması diye bir şey olamaz, işlevsiz kılınması vardır. Ne demek ‘ben dershaneyi kapatıyorum’? Kapatamazsın ki, nasıl kapatırsın? Yarın senin inadına ben buraya bir dershane açarım. Vergi levham varsa benim için burası dershanedir. Olaya daha büyük bakan bir eğitim seçeneği olması lazım Türkiye’nin. Türkiye’nin en büyük hatasının, bugünlerin, bizim çektiğimiz sıkıntıların temel nedeninin Köy Enstitüleri’nin kapatılması olduğuna inanırım.

Dershaneyi işlevsiz kılabilmen için, orta öğrenimi adam gibi yapman lazım. Bu, bu kadar basit. Sen önce liseleri adam gibi yap. Liseleri adam gibi yapman için de fiziki imkan hazırlamalısın. Fiziki imkanlarla birlikte öğretmenin de maaşını özendirici yapmalısın.

Tüm gençleri deli gibi üniversiteye koşan gelişmiş bir devlet görebilir misin? Almanya’da Gymnasium’a gidebilmek, öğretmenin, okulun takdirine bağlı.

Sen ne yapıyorsun gence? Hepsini tek yol lise diye yönlendiriyor sonra mezun sayısının beşte birine dahi istediği branşta üniversite tahsil imkanı veremiyorsun. Sonra da başlayan yarıştan şikayet edip dershaneleri kapatmak istiyorsun. Git lise sonlara, bir kişi okula gitmiyor. Kimi şu dershanede, kimi bu dershanede, peki lisede kim var? Hiç kimse yok. Bizim zamanımızda böyle olamazdı.”

Künye: Cüneyt Solakoğlu

6 Ocak 1949’da Erzurum’da doğan Cüneyt Solakoğlu, ilkokul çağında ailesi ile birlikte İstanbul’a geldi. Çapa İlkokulu ve Vefa Lisesi’nden sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Üniversite üçüncü sınıftan itibaren Ernak’ta çalışmaya başladı.

Erzurumlu olmak onda tutku düzeyinde, apayrı bir yer tutuyor. Üniversite yıllarında (17 Kasım 1972) evlendiği Feryal Hanım ile 41 yıl evli kalan Cüneyt Solakoğlu, ‘ikimiz tek bir beden olmuşuz, başarılarımın temelinde o var’ dediği eşini, 26 Ağustos 2013 tarihinde kaybetti. 

UND ve RODER’de uzun yıllar yönetim kurulu üyeliği, genel sekreterlik ve ikinci başkanlık gibi görevlerde bulunan Solakoğlu, U.N RO-RO İşletmeleri’nde de uzun süre murahhas aza ve CEO olarak görev yaptı.

Solakoğlu, üç çocuk ve iki torun sahibi.

Wielton, Gelecek Nesillere Çevre Bilinci Aşılıyor
Renault Trucks E-Tech T İle 600 Km Menzil Sunuyor